Yedinci sınıf matematik sınıfımı, Finlandiyadaki araştırma ödevim için bıraktığımda çok daha ilham verici, ilgi çekici ve yenilikçi dersler görüp ülkeme geri döneceğimi düşünüyordum. Matematik müfredatını nasıl daha iyi öğreteceğime dair harika yeni fikirlerimin olacağını bekliyordum. Derslerimi yenileyeceğimi böylece daha fazla matematik içeren daha yoğun bir programla öğrencilerimin daha fazla düşünmelerini, daha fazla konuşmalarını ve daha fazla matematik öğrenmelerini sağlayacağımı hayal ediyordum.
Bu daha fazla ve daha fazla ve daha FAZLA yapma güdüsü, Amerikadaki pek çok öğretmenin içinde bulunduğu varoluş halinin normali… Öğretmenliğin daha ilk gününden itibaren içimize işlemiş bir şey. Öğrencilerimizi daha büyük ve daha iyi şeyler yapmaları için bir sonraki aşamaya zorlamakla ilgili sürekli bir baskı var. Dersler daha heyecan verici, daha ilgi çekici olmalı ve daha fazla konuyu kapsamalı. Bu “daha fazla” fenomeni, veri takıntımızın ya da ebeveynlerin ya da yöneticilerin ya da işkolik toplumuzun bir parçası. Bir insan olarak başarımızı, ne kadar fazla meşgul olduğumuza, günün sonunda kendimizi ne kadar fazla tükenmiş hissettiğimize göre değerlendiriyoruz. Kendi değerimizi, tamamlanmış yapılacaklar listeleriyle ölçüyor ve çalışmadığımız zamanları suç unsuru olarak görüyoruz. “Bayılana kadar çalışmak” zihniyetini öğrencilerimize de öğretiyoruz. Ve onlar da, ya yarı yolda bir yerde vazgeçiyorlar ya da tıpkı bizim gibi kendilerini tükenmiş hissederken buluyorlar.
Finlandiyaya vardığımda büyük, gösterişli, yenilikçi, ezber bozan matematik dersleriyle karşılaşmadım. Matematikte daha iyi olan ve daha fazla matematik bilgisi olan öğrencilerle de karşılaşmadım. Hatta ortaokul ve lise matematik sınıfları daha çok Amerikada karşılaştığım türdeki tipik sınıflardı. Ve yaşanan çoğu bocalama da aynıydı (öğrencilerin temel matematik kuramlarını hatırlayamamaları gibi).
Finlandiyadaki ders anlatımı ve sınıf yapısı, yüzyıllardır matematik öğretmenleri tarafından uygulanan temel bir formüle dayanıyordu: Öğretmenler ödevlerin üzerinden geçer, dersi verirler (bazı çocuklar dinler, bazıları dinlemez) ve ödev verirler. Bazı dersler harika olsa da ve bazı muhteşem öğretmenleri gözlemleme şansı bulmuş olsam da, genele vurduğumda Amerikadaki öğretmenlerin çok daha ilgi çekici ve interaktif dersler verdiğine şahit olduğumu söyleyebilirim.
Peki, o zaman fark neredeydi? Eğer Finlandiyada Amerikadaki ile aynı hatta daha kötü dersler bile görüyorsam, Finli öğrenciler bu kadar başarılı olurken bizimkiler neden başarısız oluyordu? Aradaki fark ders anlatımı değildi çünkü. İyi öğretmenlik iyi öğretmenliktir ve hem Finlandiyada hem de dünyanın her yerinde bulunabilir. Aradaki fark daha az somut ve daha temel birşeydi. Finlandiya “Az, Daha Fazladır” felsefesine gerçekten inanıyordu. Bu ulusal mantra, Fin zihniyetinin içine işlemişti ve Finlandiya eğitim felsefesinin yol gösteren ilkesiydi.
Az, Daha Fazladır
Finlandiyadaki insanlar buna gerçekten inanıyor, böyle yaşıyorlardı. Evleri, içinde rahat yaşamak için ihtiyaç duydukları kadardı, daha büyük değil. Çok satın almıyor ya da aşırı tüketmiyorlardı. Basit ve alçakgönüllü yaşıyorlardı. 10 çeşit kahvaltı gevreği arasından seçim yapmak varken, 300 çeşit arasından seçim yapma ihtiyacı duymuyorlardı. Kadınlar daha az makyaj yapıyordu. Erkeklerin dev arabaları yoktu. Yüzlerce ucuz kıyafet almak yerine yüksek kalitede birkaç pahalı şey alıp aylarca yerine yıllarca giyiyorlardı. Bütün hayatları az, daha fazladır zihniyeti üzerine kuruluydu.
Oysa biz Amerikada tam tersi bir şekilde “Fazla daha iyidir” felsefesine inanıyorduk ve hayatımızın her alanında daha fazlanın peşinden koşuyorduk. Yeni, parlak, heyecan verici olan her şeyi takıntı haline getiriyor, hayatımızı sürekli daha da iyileştirmek istiyorduk. “Fazla daha iyidir” zihniyeti hayatımızı olduğu gibi eğitim sistemimizi de ele geçirmiş durumdaydı.
Bir eğitim felsefesine, gerçekten işe yarayıp yaramadığını görmeye yetecek kadar bile bağlı kalamıyorduk. Sürekli yeni yöntemler ve fikirler deniyorduk. Tüm eğitim sorunlarımızın cevabının “daha fazla” olduğunu düşünüyorduk: Her sorun, DAHA FAZLA sınıfla, DAHA UZUN okul günüyle, DAHA FAZLA ödevle, DAHA FAZLA baskıyla, DAHA FAZLA dersle, DAHA FAZLA toplantıyla, DAHA FAZLA okul sonrası etüdle ve tabii ki DAHA FAZLA testle çözülebilirdi! Oysa bütün bunlar sadece DAHA FAZLA tükenmişlik sendromu yaşayan öğretmen, DAHA FAZLA stres yaşayan öğrenci ve DAHA FAZLA hayal kırıklığı yaratıyordu.
Finlandiyada ise “Az, Daha Fazladır” inancı hem öğrencilere hem de öğretmenlere her yönden örnek oluyordu.
Daha Az = Daha Fazla
1. Daha Az Okul Eğitimi = Daha Fazla Seçenek
Finlandiyada öğrenciler yedi yaşında okula başlıyor. Evet, yedi! Finlandiya; çocuklarının çocuk olmasına, sessiz sakin oturup bir sınıfa kapanmaktanda oyun oynayarak ve keşfederek öğrenmesine izin veriyor. Peki, geri kalmıyorlar mı? Hayır! Çocuklar, gelişimsel olarak öğrenmeye ve odaklanmaya gerçekten hazır olduklarında okula başlıyorlar. Bu ilk yıldan sonra sadece dokuz yıl zorunlu eğitim var. Dokuzuncu sınıftan sonraki her şey isteğe bağlı. 16 yaşında öğrenciler aşağıdaki şu üç yoldan birini seçebiliyor:
Normal Lise: Bu üç yıllık program, öğrencileri, üniversiteye kabul edilmeyi belirleyen Yeterlilik Testine hazırlıyor. Öğrenciler genellikle okulun uzmanlıklarına bakarak gidecekleri liseyi seçiyor ve o okula başvuruyor. (Son yıllarda öğrencilerin yüzde 40’dan daha azı bu seçeneği seçiyor.)
Mesleki Eğitim: Bu, öğrencileri çeşitli mesleklere hazırlayan ve aynı zamanda onlara Yeterlilik Testine girme seçeneği de veren üç yıllık bir program. Ancak bu yolu seçen öğrenciler genellikle yeteneklerinin izinden gidiyor ve ya işgücüne katılıyor ya da daha fazla eğitim almak için bir teknik üniversiteye devam ediyor. (Yüzde 60’ından daha azı bu yolu seçiyor.)
(Ama bekleyin! Herkesin ekonomi, ileri matematik ve ileri kimya öğrenmesi gerekmiyor mu? Herkesin bir üniversite diploması olması gerekmiyor mu?! Hayır, herkesin üniversiteye gitmesi gerekmiyor! Peki ya biz de başarılı (ve çok verimli) bir kaynakçı ya da elektrikçi olmak isteyen öğrencilere seçenekler sunsak? Peki ya biz de akademik eğitim dünyasının dışında yeteneklere sahip olduğunu bilen öğrencileri, sıkıcı ve gereksiz buldukları lise derslerine zorlamasak? Peki ya biz de heyecan duydukları ve yetenekli oldukları meslekleri keşfetmelerine ve o alanda eğitim almalarına izin versek? Peki ya biz de bu öğrencilerin kendilerini değerli hissetmelerini ve eğitim dünyasında onların da bir yeri olduğunu hissetmelerini sağlasak?)
İş hayatına geçiş: (Öğrencilerin yüzde 5’inden daha azı bu yolu seçiyor)
2. Okulda Daha Az Zaman = Daha Fazla Dinlenme
Öğrenciler genelde okula 9:00 ve 9:45 arasında başlıyor. Hatta Helsinki, okulların sabah 9:00’dan önce başlayamayacağına dair bir yasa tasarısı hazırlıyor. Çünkü araştırmalar, ergenlerin sabahları kaliteli uykuya ihtiyaçları olduğunu kesin olarak kanıtlamış durumda. Okul günü genellikle saat 14:00 ya da 14:45’te bitiyor. Bazı günler daha erken, bazı günler daha geç başlıyorlar. Finlandiyadaki öğrencilerin programları her zaman farklı ve değişken. Ancak yine de genelde günde 75 dakikalık üç ya da dört dersleri oluyor. Aralarda sık sık teneffüs yapıyorlar. Bu genel sistem, hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin iyice dinlenmelerini ve öğretmeye/öğrenmeye hazır olmalarını sağlıyor.
3. Daha Az Ders Saati = Daha Fazla Planlama Zamanı
Öğretmenlerin de günleri daha kısa. OECD’ye (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) göre ortalama bir Finli öğretmen yılda 600 saat ya da günde yaklaşık 4 ya da daha az saat ders veriyor. Ortalama bir Amerikalı öğretmen ise bu zamanı ikiye katlayarak yılda ortalama 1,080 saat ders veriyor. Bu, günde 6 ya da daha fazla saat ders anlamına geliyor. Ayrıca Finlandiyadaki öğretmenlerden ve öğrencilerden, bir dersleri olmadıkları sürece okulda olmaları beklenmiyor. Mesela bir Perşembe günü hiç öğleden sonra dersleri yoksa (hem öğrenciler hem de öğretmenler) okuldan gidebiliyor. Eğer bir Çarşamba günü ilk dersleri saat 11:00’de başlıyorsa, o saate kadar okulda olmaları gerekmiyor. Bu sistem, Fin öğretmenlerin her dersi planlamak ve üzerinde düşünmek için daha fazla zamanları olmasını sağlıyor. Harika ve insanı düşünmeye sevk eden dersler yaratmalarını sağlıyor.
4. Daha Az Öğretmen = Daha Fazla Süreklilik ve İlgi
Finlandiyadaki ilkokul öğrencileri genellikle eğitimlerinin ilk ALTI YILI boyunca AYNI öğretmene sahip oluyorlar. Evet, doğru duydunuz! Aynı öğretmen, aynı grup öğrenciye altı yıl boyunca ilgi gösteriyor, onları geliştiriyor ve eğitim veriyor. Ve aynı 15-20 öğrenciyle geçirilen altı yıl boyunca bu öğretmenlerin, her bir öğrencinin bireysel ders ihtiyaçlarını ve öğrenme stillerini gayet iyi anladığını tahmin edebilirsiniz. Bu öğretmenler her bir öğrencilerinin hangi noktada olduğunu ve nereye gittiğini çok iyi biliyorlar. Çocukların gelişimini takip ediyor ve onların başarılı olmalarını ve hedeflerine ulaşmalarını görmeye kişisel bir ilgi gösteriyorlar.
Sorumluluğu diğer öğretmene atmak diye birşey de yok, çünkü bir sonraki öğretmen de kendileri oluyor. Eğer bir disiplin ya da davranış problemi varsa öğretmenin bunu daha en baştan çözmesi gerekiyor, aksi takdirde ileriki altı yıl boyunca bunlarla uğraşmak zorunda kalacak olan yine kendisi oluyor.
Bu sistem, sadece ihtiyaç duyduğu sürekliliği, ilgi ve bireysel dikkati bir çocuğa verdiği için değil, aynı zamanda öğretmenlerin de müfredatı bütünsel ve doğrusal bir yol olarak ele almalarını sağladığı için çok faydalı. Öğretmen, öğrencileri bir sonraki adıma taşımak için ne öğretmesi gerektiğini biliyor. Sistem aynı zamanda öğretmenlere, öğrencilerinin hızında çalışma özgürlüğü veriyor. Öğretmenler, öğrencilerinin bir sonraki yılın öğretmenine “hazır” olmaları için hızlanmak ya da yavaşlamak konusunda baskı hissetmiyorlar. Onlar bir sonraki yılın da öğretmeniler ve müfredatı da onlar kontrol ediyor! Öğrencilerinin nerede olduklarını ve ne öğrendiklerini biliyor ve onların ihtiyaçlarına göre plan yapıyorlar. Bence bu, Finlandiyanın başarı öyküsünün en olağanüstü bölümlerinden biri, ama yeterince ilgi görmüyor maalesef.
Kaynak: http://fillingmymap.com/2015/04/15/11-ways-finlands-education-system-shows-us-that-less-is-more/