“Aman Allahım!” diye bir çığlık attı anne. “Bebeğim, iyi misin? Acıdı mı? Neresi acıyor bebeğim? Neresi acıyor?” Küçük kız annesine bakıp birden hüngür hüngür ağlamaya başlayınca, basit bir kurtarışın ambulans çağırma garantili bir trajediye dönüştüğünü fark ettim.
Kadın küçük kızı kucaklayarak yukarı kaldırdı, bu arada sıyrılmış dizlerden ve anne öpücüklerinden ve korkunç ve feci acısından onu tamamen kurtarmaktan bahsettiği saçma bir konuşma yapıyordu. İkili oradaki bir kafeye doğru yönelirken küçük kızla gözlerimiz bir an birbirine kilitlendi. Çocuğun zihnini okumak için anne içgüdülerimi kullandım. Sanki küçük kızın gözyaşlarının altında başka bir şey gizliydi. Sanki ne yaptığını gayet iyi biliyordu ve annesi de onun ekmeğine yağ sürmüştü. Biliyorum çünkü benim çocuklarım da birebir aynı şeyi yapmışlardı.
Bugün bir korku kültüründe yaşıyoruz: Acı korkusu, kayıp korkusu, yabancı korkusu, hata korkusu… Ve çocuklarımız bu kültürün en büyük kurbanları. Onları her şeyden korumak istiyoruz, güvende tutmak ve mutlu ve harika olmalarını istiyoruz ama tüm bunlar aşırı korumacı bir ebeveynlik kültürünü ve kendileri adına düşünemeyen bir çocuk nesli yaratıyor.
Ben 70′lerde büyümüş bir çocuğum. Diskoya maruz kalmayacak kadar geç ama uçakta sigara içen insanları hatırlayacak kadar önce doğdum. Taşrada büyüdüm ve 6 yaşına geldiğimde evimizin arkasındaki ormanı keşfetmek için saatlerimi harcardım. Bazen büyük kardeşlerimle, bazen de tek başıma. Evet, doğru duydunuz: 6 yaşında bir kız çocuğu, ormanda yürüyor hem de tek başına.
Gayet iyi bir ailem vardı ama günümüz standartlarına göre çocuklarını tehlikeye atmaktan tutuklanma ihtimalleri vardı. Hem de çok kez. Ne zaman bu kadar korku dolu bir hale geldiğimizden emin değilim ama çocukların çoraplarını giydiği için kupalar almaya başladığı ve “hayır” kelimesinin evlerde yasaklanmaya başladığı zamanlara denk geldiğinden şüpheleniyorum. O zamandan beri aşırı korumacı olmayı reddeden (ve helikoptere binmek istemeyen) ilk ebeveynin üzerine atlamaya hazır ağzı köpürmüş bekçi köpeklerinden oluşan bir topluma döndük.
İşte size konuyla ilgili bir örnek: 4 ve 6 yaşlarındaki çocuklarım banliyödeki evimizin garaj yolunda tebeşirle oynuyorlar, yerlere bir şeyler çiziyorlardı. O sırada tuvaleti kullanmam gerekti. Garaj yolunda kalmalarını ve acil bir durum olursa gelip beni almalarını söyledim. Beş dakikadan daha kısa bir süre sonra tekrar dışarı döndüm. O sırada yoldan geçen ve “gözetimsiz” çocuklarım hakkında endişe eden bir kadın birden beni azarlamaya başladı. Çocuklarımsa tam da onları bıraktığım yerdeydi ve mutlu mutlu yere kayık resmi çiziyordu.
Bugünlerde eğer parkta çocuklarınızın tepesinde dikilip helikopter gibi onları takip etmez ve yara bandı kullanımıyla sonuçlanacak herhangi bir düşmeyi önceden sezemezseniz, kötü bir ebeveynsiniz. Eğer bir bisiklet gezisinde çocuğunuzun azıcık da olsa önünüzde bisiklete binmesine izin verirseniz, sorumsuzsunuz. Eğer gözleriniz günde 24 saat, haftada yedi gün çocuklarınızın üzerine çevrili değilse, ihmalkarsınız.
Lütfen beni yanlış anlamayın. Elbette benim büyüdüğüm dünyadan daha farklı bir dünyada yaşadığımızın ve ebeveynlik yaklaşımlarının da buna göre değiştiğini anlıyorum. Ama o kadar da farklı değil bence. Çocuklarımın bu cesur yeni dünyada yollarını nasıl bulacaklarını bilmeden büyüyecek olmalarından, bunu onlar adına sürekli bir başkasının yapmış olmasından ödüm kopuyor. Çocuklar rahatsızlık veren durumlar karşısında nasıl bir reaksiyon göstereceklerini ancak kendi başlarına çözerek kendi kendine yeten, bağımsız bireyler olmayı öğreniyorlar. Ama sürekli rahatları yerindeyse bu nasıl olacak?
Çocuklarınızı sevin ama lütfen bırakın düşsünler. Bırakın hata yapsınlar. Kimse onları izlemediğinde nasıl davranacaklarını kendilerinin çözmesine izin verin ya da en azından kimsenin onları izlemediğini düşünmelerini sağlayın. Daha sonra bunun için size teşekkür edecekler.