Konu çocuk ise deneyim azlığına rağmen algıları ve ilişkilendirme becerileri yetişkinlerin çok üzerinde olan, bitmek bilmeyen enerjiye sahip, sürekli öğrenmeye açık, potansiyeli yüksek zihinlere sahip bireylerden bahsediyoruz demektir.
İnsan yavrusu dünyadaki pek çok canlının aksine prematüre doğan bir canlı. Bu eksikliğin tamamlandığı süreç “sosyal rahim” olarak tanımlanıyor. Sosyal rahim süreci bireyin sosyal bir varlık olarak inşası için oldukça önemli bir süreç. Ve bu süreci verimli kılacak fiziksel-mekânsal ve doğal ortam; bu sosyal ilişkilerin sağlıklı gelişiminin zemini olarak algılanmalı.
Peki İstanbul, bu zeminin oluşumu için bize ne kadar olanak sağlıyor?
Kent hayatı programlanmış bir zaman ve buna bağlı “bölünmüş mekân” pratiği/deneyimi içeren bir döngü tanımlar. Bu döngü; tanımlı kişisel zamanlar, tanımlı kentsel rotalar, tanımlı mekânlar ve onların arasındaki ilişkiler ile sınırlı.
Çocuğun bu dünyadaki yeri ve deneyimi nedir? Kentsel pratiklerimiz çocukların aynı zaman-mekân bölünmüşlüğünü aile ile paralel olarak deneyimlemek zorunda olduğunu gösteriyor. Oysa çocuğun dünyasının talep ettiği programlanmamış, serbest, çağrışım ve etkileşime açık bir zaman-mekân deneyimi yaşaması bu koşullarda çok zor, çekirdek aile ile hayatında ise neredeyse mümkün değil. Bunun farkında bir ailenin, bu imkânları yaratması ise koşulları oldukça zorlayan bir durum. Hal böyle olunca ne yazık ki çocuklar kent hayatında kendi dünyalarının talep ettiği bir hayatı değil, ebeveynlerinin ve koşulların onlara dayattığı bir ortamda yetişmeye zorlanıyor. Onların hayatı da yetişkinler gibi tanımlı programlar ve tanımlı mekânlar arasında kalmaya mahkûm kalıyor; ayrıca kendileri için tanımlanmış, oldukça steril ve yetişkinlerin dünyasını modelleyen güvenli mekanlarda büyüyorlar. Çocuğun gündelik uğraşıları spor, resim, müzik için bile hafta sonları sabah erken kaldırılan, kurstan kursa koşturulan kent çocuklarından bahsediyoruz. Bu; ne kadar çaresizlik, ne kadar iyi çocuk yetiştirme arzusu, ne kadar çocuklarını sisteme yetiştirmeye çalışan yetişkinlerin tercih ettiği bir modeldir, tartışılır.
Kent; her daim sağlıklı ve çalışan insanlar için hızlı biçimde işbölümünü kolaylaştıran, kendi değer anlayışını artıran mekânlar ve ulaşım sistemleri için niceliksel bir büyüklük olarak kendini yeniden ürettiği bir ortam. Kendi dinamizmi ve önceliklerini öne sürme cüretini kullanan kentin politik ve ekonomik iktidarları, bu yeniden üretimde engelli, yaşlı gibi bireylerin varlığını yok sayabilme gücünü kullanan, alım gücü olmayanları tüketici pozisyonu olmadığı sürece servis dışı bırakabilen bir kent ortamını sürekli manipüle etmektedir. Bu anlayış içindeki bir kentte yaşayan çocukların dünyasına “yer” var mıdır? Bu “yer” sisteme uyumlu çocuklar hazırlamaktan öte çocuklara nasıl bir ortam sunar? Böyle imkânlar da varsa bunlar hala ne kadar erişilebilirdir?
En küçük programın ve mekânın “para” ile deneyimlendiği; tanımlı zaman-mekân örgütlenmesinde “kamusal” olanın bile serbest zaman kullanımından çalındığı, AVM’lere hizmet ettiği bir ortamda kentler çocukların kendini gerçekleştirebilmesi için uygun imkân ve mekânlara nasıl sahip olabilir?
Kent mekânı olasılıklar dünyası olarak kendi örgütlenme zihniyeti içinde çocukların dünyasına yönelik “ticari” olmayan, programsız, kendiliğindenlik içeren, sürekli bir deneyim içeren sosyal bir hayat ve doğal ortamla ilişki kurabilecek bir ortam kurabilmesi mümkün müdür? Nasıl kurulabilir? Çocukların kendi değerler sistemini oturtmaya çalıştıkları yetişkinlerin kent hayatı ve mekânında, ne kadar yeni olanak ve olasılık üretilebilir?
Kuşkusuz yanıt, kentin mekânlarına tıpkı dışladıkları gibi çocukları uydurmak değil, kent mekânlarında sadece çocukların, insanlar değil, tüm canlıların varlığını da gözeten bakış ve değer anlayışında gizli…
Boğaçhan Dündaralp