İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde doğal hayata yakın bir hayat sürdük. Medeniyet geliştikçe giderek kentleştik ve şimdi çoğumuz şehirlerde yaşıyoruz. Doğadan uzaklaştıkça, yaşamın diğer formlarında bir gerileme yaşadık. Biyoçeşitlilik kaybolmaya başladı. Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin ‘Tehdit Altındaki Türlerin Kırmızı Listesi 2008’e göre 16,928 bitki ve hayvan türü yok olma tehdidi ile karşı karşıya. Bu liste; tüm memeli türlerin 4’te 1’ini, amfibi türlerinin 3’te 1’ini ve kuş türlerinin 8’de 1’inin içeriyor. Ve bunlar sadece bizim bildiklerimiz. Bilim insanları yaşayan türlerin sadece yüzde 10 ya da 15’ini tespit edebildiğimizi söylüyorlar.
Bu kaybın neden önemli olduğunu tartışmamız ciddi bir meydan okuma olabilir. Türlerin çeşitliliğinin, insanların muhtaç olduğu hizmetleri sunan ekosistemlerin sağlıklı bir şekilde işlemesi için hayati bir değer taşıdığını biliyoruz. Peki ama daha azıyla yaşayabilir miyiz? Bazıları sinekler ya da diğer rahatsız edici yaratıklar olmadan da yapabileceğimizi iddia ediyor. İstediklerimizi ve bizim için yararlı olanları tutabiliriz diyorlar. Peki, insanların sağlığı için biyoçeşitliliğe ihtiyacımız var mı?
Conservation (Koruma) dergisinde yayınlanan bir makaleye göre biyoçeşitlilik ile insan sağlığı arasında bir bağlantı bulunuyor. Helsinki Üniversitesi’nden Ilkka Hanski ve arkadaşları, biyoçeşitliliği olan doğal alanlarla çevrili evlerde yaşayan ergenlerle çimler ve betondan oluşan bir manzarada yaşayan ergenlerin alerjilerini kıyasladı. Araştırmadan şu sonuç çıktı: Etrafı daha geniş bir yaşam çeşitliliği ile çevrili olan insanlar, çeşitliliği daha az olan çevrelerde yaşayan insanlardan çok daha geniş farklı mikrop türleri yelpazesi ile kaplanmışlardır. Ve alerji geliştirmeye çok daha az meyillilerdir.
Neden böyle? Biyoçeşitlilik ve insan sağlığı arasındaki ilişki tartışmaları yeni değil. Doğadan kopuşumuzun sayısız rahatsızlığa yol açtığına dair pek çok teori geliştirildi. Örneğin; Doğadaki Son Çocuk kitabının yazarı Richard Louv’a göre doğada çok az zaman geçiren insanlar pek çok davranış problemi yaşıyor. Louv buna, “doğa yoksunluğu sendromu” adını veriyor. Bu modern ekoloji teorileri ile de örtüşüyor: İster ormanlar, ister midemizdeki yada derimizin üzerindeki mikrobiyal topluluklar olsun, biyoçeşitlilik yoksunu sistemler çabuk iyileşemiyor ve çok daha az esnek oluyorlar. Daha az esnek olan sistemler, patojenlerin ya da invaziv türlerin istilasına daha açık oluyorlar.
Hanski, Finlandiya’da, insanların pek fazla uzak yerlere gitmediği bir bölgede araştırma yaptı. 118 yetişkini ve aynı sayıda evi rastgele seçti. Bazıları şehirde, bazıları ise ormanda ya da çiftliklerde yer alıyordu. Araştırma ekibi katılımcıların deri örneklerini aldı ve ardından her evin etrafındaki bitkilerin biyoçeşitliliğini ölçtü. Topladıkları veriler ortaya net bir sonuç çıkardı: Yüksek yerel bitki çeşitliliğinin, katılımcıların derisindeki mikrobiyal kompozisyonla bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Ve bu bağlantının daha düşük alerji riskine sebep olduğu belirlendi.
Hanski ve arkadaşları, bir grup mikrobun (Gammaproteobakteriler), bitki çeşitliliği ve alerjilerle bağlantılı olduğunu buldu. Üstelik kedi, köpek, at, polen ya da timothy çimeni alerjisi türlerinin hangisi olduğu fark etmeksizin. Sonuç olarak vücutlarında daha fazla çeşit gammaproteobakteri bulunan insanlarda daha az alerji görülüyordu.
Bağışıklık sisteminin temel rolü, ölümcül türleri faydalı olanlardan ve faydalı olanları da tamamen masum olanlardan ayırmaktır. Etkili bir şekilde çalışması için bağışıklık sistemimizin erken yaşlarda çok çeşitli organizmalara maruz bırakılması gerekiyor. Bağışıklık sistemi bu yolla iyi, kötü ve zararsız olanı ayırt etmeyi öğreniyor. Eğer çok sayıda organizma çeşidine maruz kalmazsa, zararsız bir polen tanesini zararlı bir şey olarak görebiliyor ve alerjik bir reaksiyonu tetikleyebiliyor.
Hanski’nin gözlemlerinin henüz kesin bir sonuç açıklaması yok, çünkü daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyuluyor. Hepimizin bildiği gibi çok çeşitli türlerle dolu olan bir dünyada yaşamaya başladık, ancak şu anda insan eylemlerinin bir sonucu olarak gittikçe artan oranda bir değişime uğrayan ve yok edilen bitkilerin, hayvanların ve doğal ortamın olduğu bir dünyaya sahibiz. Doğal alanları ve içerdikleri çeşitli yaşam formlarını korumayı desteklemek zorundayız. Yapabileceğimiz pek çok şey var: Bahçelerimize çeşitli türde bitkiler ekmek, antibakteriyel temizlik ürünlerini kullanmamak ve doğaya çıkıp kirlenmek… En önemlisi çocuklarımızı açık havaya ve doğaya götürmek ve kirlenmelerine izin vermek. Böylece hem yaşamlarımızı hem de bağışıklık sistemlerimizi çok daha fazla zenginleştirebiliriz.
Kaynak: http://www.straight.com/news/523551/david-suzuki-getting-dirty-good-your-immune-system