Başta Rotterdam olmak üzere şehirlerinin çoğunun bombalanıp yağmalandığı Hollanda’da, ekonomik sıkıntılar ve yokluklar halen devam etse de İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde yeniden inşa ve iyileştirme projeleri hızla hayata geçirilmeye başlamıştı. Bu projelerden biri savaş sonrası doğan neslin ve belki de tüm ulusun geleceğini etkileyecek mütevazi ama oldukça tesirli olan çocuk oyun alanları projesi idi.
Konut kıtlığı ve yetersiz altyapının yanı sıra savaş sonrası gelen psikolojik ferahlama ile hızla artan çocuk nüfusu için Hollanda şehirlerinde ne evlerde ne de dışarıda oynayacak hiç yer yoktu. Amsterdam Belediyesi’nde çalışan 28 yaşındaki mimar Aldo Van Eyck’a, 1947 yılında bu sorunu çözme görevi verildi. Eyck, 30 yıl boyunca Amsterdam’ın tüm mahallelerinde, artık alanlarda 700’den fazla oyun alanı tasarladı. Eyck’in başarısının ardında çocukların yaratıcılığını tetikleyecek basitliği yakalaması yatar. Van Eyck’ın ilk tasarımı, köşeleri yuvarlatılmış dikdörtgen bir kum havuzu içinde dört silindir taş ve çocukların asılabileceği borulardan yapılmış basit çerçevelerden ve kum havuzun etrafında yer alan beş tane banktan oluşuyordu. Bu alanın kullanımı o kadar benimsendi ki Van Eyck, bundan sonra yaptığı 700’den fazla alanda hep bu basitliği geliştirerek tektonik geometrik formları kullandı. Oyun alanları sert peyzaj elamanları ve orada mevcut ağaç ve bitkiler dışında başka elemanlar içermiyordu. Van Eyck’ın başarısı bu tektonik elemanları hiyerarşik olmayan bir düzende ama birbirleri ile ilişki kurabilecek şekilde yerleştirebilmesinde yatıyordu. Ürettiği tasarımlar çocukların yaratıcılıklarını kullanmalarını teşvik edecek şekilde sade ve nötrdü. Borulardan yapılmış kubbe formunda bir eleman tırmanma tepesi olabildiği gibi üstüne atılan eski bir halı ile içine girilebilecek kulübeye dönüşebiliyordu. Tasarım yolu ile hiçbir senaryo dikte edilmediği için çocuklar kendi hikayelerini ve oyunlarını kendileri icat ediyorlardı.
Van Eyck çocuk parklarında edindiği bu tecrübeleri, Amsterdam’daki ünlü Yetimhane binası dahil daha büyük ölçekli binalarında da uyguladı. 1940’lar mimarlıkta Le Corbusier’in, Walter Gropius’un başını çektiği fonksiyonalizmi tahta çıkaran katı modernizmin dönemi idi. Van Eyck’ın ilk başlarda içinde olduğu CIAM’ın prensiplerine daha sonraları karşı çıkması ve ayrılarak TEAM X ekibinde yer alması onun karakterini ve mimarlık anlayışını anlamamız için önemli. Van Eyck’a göre mimarlık sadece elle tutulabilen fiziksel elemanlar dışında sosyal ilişkiler yaratan fiziki olmayan elemanlar da içermeliydi. Le Corbusier ve Gropius’un başını çektiği CIAM’ın ilkeleri Van Eyck’a göre fazlası ile katıydı ve insan öğesini içermiyordu. Ona göre fonksiyonellik üzerine bu kadar vurgu yapılması yaratıcılığı öldürüyordu. Bu nedenle yine Hollanda’lı olan Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” (Oyun oynayan insan) fikirlerini benimseyen Situationistlerle çalışmalar yapmayı tercih etti. Van Eyck ve Situationists grubunun üyelerine göre oyun modern kapitalizm ve modern mimarlığa karşı çıkışın bir aracıydı. Oyuncu ve yaratıcı insan geleneksel endüstri toplumundaki üretken insana göre evrimsel olarak daha üstün bir varlıktı. Bu yüzden Van Eyck’a göre tüm şehir gizli sürprizler içeren, yaratıcılığı teşvik edecek bir oyun alanı gibi olmalıydı. “Oyun Alanları ve Kent” adlı kitapta Van Eyck’ın, “çocuklar düşünülmeden yapıldıysa orası yetişkin vatandaşlar için de uygun değildir, o zaman zaten iyi bir şehir değildir” sözüne yer verilir.
Bundan yaklaşık yarım asır önce bu netlikte düşünülmüş oyun alanlarının şimdiki durumuna baktığımızda tamamen Van Eyck’ın karşı çıktığı prensiplerin uygulandığını görmek üzücü. Etrafınızdaki parklardaki çocuk alanlarına, AVM’lerde, restoranlarda çocuklarınızı bıraktığınız çocuk köşelerine tekrar bir bakın. Güvenlik kaygısı ile üretilmiş parlak renkli nesnelerle donatılmış bu oyun alanları çocukların kendi hayal güçlerini harekete geçirmekten hayli uzak.
Kauçuk esaslı sentetik zemine monte edilmiş birbirileri ile ilişkisi hiç düşünülmemiş onlarca oyun aletinde çocukların eğlendiğini sanıyoruz. Aslında belki sadece vakit geçiriyorlar. Her alet salt bir hareketi yapmaya programlanmış durumda: kaydırak kaymak, tahterevalli yukarı aşağı hareket etmek, salıncak sallanmak için. Van Eyck’a göre oyun alanlarındaki nesneler değil çocuklar hareket etmeliydi. Bu yüzden atlama taşları, tırmanma çubukları, borulardan mamul kubbeler, kum havuzları yeterli idi. Bu nesneler çocukların hayal gücü ile birleştiğinde kah bir Eskimo iglosu, kah bir korsan gemisi olabiliyordu. Oysa şimdi plastikten üretilmiş korsan gemisi şeklinde tüm bir çocuk oyun alanını istediğiniz parka monte etmek mümkün. Penguen şeklinde kaydıraklar, kurbağa şeklinde tahterevalli yaparak çocuklara uygun tasarım yapıldığı sanılıyor, oysa bu figürlerle onlara nasıl hayal kurmaları gerektiği baştan dikte ediliyor. Bu yüzden çoğu parkta çocukların aletlerle birebir ilişki kurduğunu ama birbirleri ile etkileşime geçmediğini gözlemişinizdir. Çünkü kendi hikayelerini kurmaları için arkadaşlara ihtiyaç duymayacak şekilde fazlası ile dikte edilmiş bir tasarım ortamı ile baştan kurulmuş bir hikayenin içine figüran olarak yerleştiriliyorlar.
Belediyeler kataloglardan seçtikleri, yeni güvenlik standartlarına göre üretilmiş renkli plastik aletleri satın alıp parkların bir köşesine kauçuk zemin üstüne monte edince çocuklar için bir hizmet yaptıklarını varsayıyorlar. Oysa bu parklar çocukların yaratıcılıklarını öldüren, hayal güçlerini dizginleyen katil parklar.
Endüstriyel tasarımcıların, mimarların sayısının bu kadar arttığı bir dönemde belediyelerin çocuk pedagojisine uygun, yaratıcılığı teşvik edecek parklar tasarlayıp inşa ettirecek tasarımcılara ulaşamaması bir bahane olamaz. Ama elbette ihale ile satın alınabilecek kataloglardan seçilen oyun parkı modülleri ve kent mobilyaları ile hizmet yapmak kolay ve alışıldık bir yöntem. Aynı taktiği yetişkinler için parklara serpiştirilen spor aletlerinde de görüyoruz. Peyzaj, kent mobilyası ve kent sanat eserleri konusuna ise hiç değinmeyelim, bu yazının hacmini aşar. Ancak en azından çocuk oyun parkları konusunda belediyeleri zorlayacak, ufuk açıcı yaklaşımların tasarımcılar tarafından başlatılması gerekiyor.
Ömer Kanıpak
Mimar