8 yaşındaki oğlum okulda zorlanıyor. Yine.
Sömestr tatilinden sonra tekrar okula başlamak onun için kolay olmadı. Okuldaki kurallar ve yasaklar – hareket etmeden otur, sessiz ol, sadece sana söyleneni yap, ne eksik, ne fazla – ona ızdırap veriyordu ve bunu dışarıdan da görebiliyordunuz. Öğretmeni yakın bir zaman önce bana bir e-mail gönderdi. Davranışlarında bazı değişiklikler fark etmişti. Daha kavgacıydı ve daha az iş birliği yapıyordu. “Acaba evde bir problem mi var?” diye merak ediyordu.
“Benim tahminime göre…” dedim, “tatilden sonra tekrar okula başladığı için üzgün.” Haklıydım.
Modern eğitimle ilişkili hareket eksikliği ve katı yasaklar, oğlumun ruhunu öldürüyor.
Bu kulağa çok mu dramatik geliyor? Belki de. Sonuçta hepimiz okula gideriz ve bir şekilde az ya da çok “bozulmamış” bir şekilde hayatta kalmayı başarırız. Ama gerçekten düşünürseniz okulun en çok neyinden nefret ettiğinizi hatırlayabilirsiniz. Okuldan sonra kendi ruhunuzu ve tutkularınızı ve onların peşinden gitme cesaretinizi yeniden keşfetmenizin yıllarınızı aldığını hatırlayabilirsiniz.
Okulun yaşattığı stres, yani en iyi yönlerini bastırmasını isteyen bir çevreye uyum sağlama stresi, oğlumu yakın bir zaman önce gözyaşlarına boğdu. Yine.
Bütün hafta boyunca okulda dışarı çıkmasına izin verilmiyordu. Hava çok soğuktu çünkü. Ancak aynı çocuk, bu hafta evinin bahçesinde çok mutlu saatler geçirmişti. Oyuncak kar temizleme aracıyla karları hareket ettirerek, kızağıyla bahçemizde “kar arabası izleri” yaratarak hem bizim hem de komşularımızın yürüyüş yolundaki karları küreyerek… Çünkü bunları yapmak istemişti.
Bu sabah, her zamanki gibi, oğlum erkenden uyandı ve evin geri kalanından önce giyindi. Okula gitmeden önceki Minecraft oynama saatini çok sever. Oyununu oynadı ama aynı zamanda odun sobasının üzerindeki kirli camı temizledi, ateşi yaktı ve dışarıdan eve odun taşıdı. Çünkü bunları yapmak istedi.
Ve bir sabah oğlumu izlerken çok önemli bir şey fark ettim: Küçük Ev dizisinin çekildiği dönemde yaşıyor olsaydık oğlum çok daha mutlu biri olurdu.
Küçük Ev serisindeki kitaplardan biri olan Laura Ingalls Wilder’ın The Long Winter (Uzun Kış) isimli kitabını okuyoruz bugünlerde. O zamanlar erkek çocukları (ve kız çocukları) öncelikle yaparak öğrenirdi. 5 ve 18 yaşları arasındaki çocuklar, okul binalarının içinde toplanmıyorlardı ve gerçek hayattan koparılmıyorlardı. İhtiyaçtan dolayı, erkek çocukları çiftlik işlerinde çalışırken kız çocukları ev işlerine yardım ederlerdi. Ailelerin tamamı hayatta kalmak için birlikte çalışırlardı. Tüm bunları yaparken kız ve erkek çocukları, gerçek dünyada nasıl çalışacaklarını ve ne işe yarayacaklarını öğrenirlerdi.
Oğlumun can attığı öğrenme şekli buydu işte.
Son 150 yıl içinde çocuklar çok da fazla değişmediler ama toplumumuz değişti. İşte bu yüzden oğlum hala hareket etmeye ihtiyaç duyarken, hala gerçek dünyada öğrenmeye, fiziksel işlere ve ailesine ve dünyasına katkıda bulunmanın yollarına can atarken, ondan zamanının çoğunu bir masada, bir sınıfta, kendi yaşında 20 başka çocukla birlikte geçirmesi bekleniyor. Hava çok soğuk olduğunda ya da yağmurlu olduğunda dışarı çıkmasına izin verilmiyor; teneffüs zamanında kütüphanede ya da konferans salonunda sessizce oturması bekleniyor. Kendisine çok az “gerçek” iş fırsatları veriliyor. Bugün 8 yaşında bir çocuğun eline testere verdiğinizde ya da ateş yakmasına izin verdiğinizde insanlar size şüpheyle bakıyor.
150 yıl önce oğlum, örnek bir çocuk olarak gösterilirdi. Bugün sıklıkla, modern eğitim sisteminin beklentilerine uyma konusundaki başarısızlığı (ya da yetersizliği) dolayısıyla “baş belası” olarak görülüyor.
Bugünkü toplumun 1800’lerdeki toplumdan çok daha farklı olduğunu anlıyorum elbette. Bu değişimin çoğu da olumlu. Antibiyotikleri ve eşitlik anlayışını ayakta alkışlıyorum. İnternetin büyük hayranıyım. Ama aynı zamanda şu anki eğitim yaklaşımımızın çocukların ihtiyaçlarına saygı duyma konusunda başarısız olduğunu düşünüyorum. Özellikle de erkek çocuklarının ihtiyaçlarına.
Bugünün erkek çocukları, temelde 150 yıl öncesinin erkek çocuklarından farklı değiller. Ancak bugün sınıflara kapatılıyorlar, onlardan günün büyük bir kısmında hareket etmeden oturmaları bekleniyor. “Sihirli” 18 yaşına gelene kadar da anlamlı ya da gerçek dünyaya ait işler yapmalarına hemen hemen hiç izin verilmiyor. Çocuklarımızın, özellikle de oğullarımızın zorlanması hiç de şaşırtıcı değil.
İstatistiksel olarak konuşmak gerekirse, erkek öğrenciler her akademik başarı ölçümünde kız öğrencilerin gerisinde kalıyorlar. Ayrıca yine kız öğrencilerden çok daha sık “soruna” bulaşıyorlar ve daha çok okulu bırakıyorlar. Üniversitelerde kız öğrencilerden daha az erkek öğrenci var.
Başarısız olan oğullarımız değil, oğullarımız konusunda başarısız olan bizleriz.
Oğlumun verdiği mücadele beni çok üzüyor. Yakında ruhunu parçalayacaklarından korkuyorum. Şimdilik gözyaşlarını siliyorum, öğretmenine e-mailler gönderiyorum, bulduğum her fırsatta dışarı çıkmasına izin veriyorum ve hikayesini paylaşıyorum. Çünkü oğulları olan diğer ailelerin yalnız olmadıklarını bilmelerini istiyorum. Problemin oğullarında olmadığını, aksine bir sistemin çok sayıda erkek çocuğunu başarısızlığa sürüklediğini bilmelerini istiyorum.
Kaynak: https://www.washingtonpost.com/news/parenting/wp/2015/02/19/why-schools-are-failing-our-boys/