Diyelim ki çocuklarınızı o gün lunaparka götürdünüz. Eve dönerken, sevimli yüzleri gün boyu tükettikleri abur cuburlardan yapış yapıştı, minicik bileklerinde katıldıkları pahalı etkinliklerin bilet yerine geçen bileklikleri vardı ve sizden dondurmacıda durup onlara dondurma almanızı istediler. Siz reddedince, “Ama istediğimiz hiçbir şey olmuyor!” diye bağırdılar.
Ya da siz evi süpürdünüz, banyoyu temizlediniz, çimleri biçtiniz, market alışverişini yaptınız ve onlardan salonun tozunu almalarını istediniz. Bunun üzerine, “Her şeyi biz mi yapmak zorundayız?” diye şikâyet ettiler.
Hemen hemen hepimizin buna benzer, “kafamızı duvarlara vurmak istediğimiz” hikâyeleri vardır. Öyle hissetmemek için elimizden geleni yaparız ama yine de bunun kesinlikle doğru olmadığını hissederiz.
Ancak davranışsal ekonomi denen ve yeni yeni ortaya çıkan şaşırtıcı araştırma alanı, bazen hepimizin çevremizi algılayışımızda ve verdiğimiz kararlarda mantıksız davranabildiğimizi ortaya koyuyor. Belki çocuklarımızın zihinlerinin nasıl güdüsel ve mantıksız işleyebildiğini anlarsak, daha iyi yürekli ve daha az talepkâr çocuklar yetiştirme konusunda daha donanımlı olabiliriz.
“Kesinlikle haklı gerekçelerim var.”
Mavi spor araba önüme kırıyor, şeridime geçiyor ve sonra gaza basıyor. “Gerçekten mi?” Homurdanıyorum. “Aptal!”
Spor arabanın sürücüsü hemen ardından sola dönüyor, köşede kocaman bir tabela var, üzerinde “Hastane Acil Servis Girişi” yazıyor.
Ah. Tamam. (İyi numaraydı Evren. İyi numaraydı.)
Birisi trafikte yolumuzu kestiğinde, randevuya geciktiğinde ya da bizi kırdığında genellikle refleks olarak bunu o kişinin karakter özelliğine veririz ama biz başkalarını rahatsız ettiğimizde suçu hemen dış faktörlere atarız (o araba benim kör noktamdaydı gibi). Bu yaklaşım o kadar evrenseldir ki, davranış bilimciler buna bir isim bile vermişlerdir: Temel atıf hatası.
Ebeveynler bu yaklaşımı ayırt edebildiklerinde bunu nasıl avantaja çevirebilirler? Bir dahaki sefere bir restorana gittiğimizde çocuklar, “Yemek nerede kaldı? Bu garson korkunç!” diye yakındığında mutfağın o anda çok meşgul olduğunu ve garsonun elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz onlara. Belki garson o gün bir arkadaşı hastalanıp işe gelemediği için daha fazla masaya bakmak zorunda kalıyordur, belki bu onun ikinci işidir ve sabahın dördünden beri ayaktadır.
İki çocuk annesi ve “Ben, Ben, Ben Salgını: Aşırı Talepkâr Bir Dünyada Yetkin ve Şükredebilen Çocuklar Yetiştirmek İçin Bir Kılavuz” adlı kitabın yazarı Amy McCready, “Çocuklarla ‘Sence o insan neler hissediyor?’ diye konuşmak çok önemli” diyor. “Bu, çocuklarımızın evrenlerinin merkezini değiştirip onların kendileri dışındaki dünyayı da düşünmelerini sağlar.”
Çikolatalı Krep Laneti
Bir cumartesi sabahı ve yeni pişirdiğiniz krepleri masaya koydunuz. Tatlı çocuklarınız krepten bir lokma aldıktan sonra duruyorlar. “Çikolata parçaları yok mu içinde?”
Davranışsal araştırmalar, insanların çok sık maruz kaldıkları şeylere alıştıklarını gösteriyor. Buna “hazcı adaptasyon” deniyor. Justin Bieber’in her seferinde daha gösterişli otomobiller satın almasının, daha yakınlarda yenilediğimiz mutfağa yeni bir tezgâh kaplaması gerekmesinin ya da piyango talihlilerinin, ikramiye kazanmanın heyecanı geçtikten sonra eskiden oldukları haliyle mutlu olmalarının sebebi de bu.
Peki bu, çocuklar ve ebeveynler için ne anlama geliyor? Çocuklarımıza düzenli olarak sunduğumuz ya da onlar için hep yaptığımız şeyler, bu ister oyundan sonra meşrubat olsun ister belli bir marka kıyafet olsun, giderek bir kural ya da alışkanlık halini alıyor. Bir şeyleri yapmamak da aynı şekilde bir norm oluşturuyor: Çocuklarımız yataklarının yapılmasına ya da sofranın onlar için hazırlanmasına alıştılarsa bunun hep böyle olmasını bekleyeceklerdir.
İki çocuk annesi Tess Thompson, “Bunu gerçekten, ‘Neyi hep hazır ediyorum’ olarak düşünüyorum” diyor. “Çocuklarım gittikleri yaz kampında bütün gün eğlendikleri için yazın her cumartesi gününü aynı şekilde geçireceklerini sanmışlardı.” Thompson’ın, çocuklarının beklentilerine çekidüzen vermesi gerekmiş. “Her cumartesi özel bir etkinlik olmayınca, olduğu zaman bunu sahiden özel bir durum olarak hissettiler.”
“Bu normal değil, tamam mı?”
Altı yaşındaki Allison McElroy bir arkadaşını evlerine oyun oynamaya davet etti. Arkadaşı hemen içeri girmedi, merakla dışarıdan evi inceledi. Nihayet, kafası karışmış bir halde, “Burası mini bir ev mi yoksa?” diye sordu.
Allison’un annesi sesini kontrol etmeye çalışarak, “Ah, hayır, burası gerçek bir ev. Biz burada yaşıyoruz” dedi.
Cheryl o anı gülerek, “Sanki ‘Hepsi bu kadar mı?’ der gibi sormuştu” diye hatırlıyor. Kızının yeni arkadaşı çok geniş ve büyük evlerin bulunduğu bir zengin semtinde oturuyordu, evleri McElroyların sevimli evinden çok farklıydı. Cheryl, “Bence daha önce hiç tek katlı bir evde bulunmamıştı” diyor.
Bu küçük konuk aslında davranış bilimcilerin “ulaşılabilirlik önyargısı” dediği durumu yaşıyor. Yani eğer çocuklarımızın okulunda herkes çok pahalı spor ayakkabılar giyiyorsa bir süre sonra çocuklarımız, şımarık canavarlar oldukları için değil, her gün herkesin ayağında bu ayakkabıları gördükleri için bunun normal olduğunu düşünmeye başlayacaklardır.
Üç çocuk babası Josh Wright, “Bu gerçekten çok zor bir durum” diyor. “Çünkü çocuklarımızı çok iyi bir özel okula gönderiyoruz ve arkadaşları ara tatilden döndüklerinde Aspen’e kayak yapmaya gittiklerini anlatıyorlar, çocuklarımız da bunun normal bir şey olduğunu düşünmeye başlıyor. Bu yüzden onlara sürekli olarak şunu anlatıyoruz. ‘Bu normal değil, tamam mı? İnsanların çok az bir kısmı bunları yapabilir.’” Wright, çocuklarına daha geniş bir dünya algısı kazandırabilmek için onları yoksullara yemek dağıtan bir aşevinde gönüllü çalışmaya götürüyor. Ayrıca sosyoekonomik bakımdan çeşitlilik gösteren bir mahallede oturmayı seçerek çocuklarının çok daha farklı yaşam deneyimleri edinmesini sağlamaya çalışıyor.
“Kız, beş yaşında. Fanila istiyor.”
Kızımın elindeki kâğıt melekte, “Kız, altı yaşında. Fanila istiyor” yazıyor. Oğlumun elindeki melekteyse, “Oğlan, 7 yaşında. Dinozorlara bayılıyor” yazıyor. Okullarında, uzak coğrafyalardaki yoksul çocuklara yardım toplamak amacıyla düzenlenen kampanyada kullanılan melekler bunlar.
Aylardır onlara bizden çok uzaklarda yaşayan ve açlıkla mücadele eden çocukları anlatıyordum ve bir kulaklarından girip diğer kulaklarından çıkıyordu. Şimdiyse, birisi beş, diğeri sekiz yaşındaki çocuklarım, aradıkları hediyeyi bulmak için mağazayı alt üst ediyorlar. “Bence o kız bunlara bayılacak! Üzerinde prensesler var!” “O oğlana bir polar da alabilir miyim? Üşümesini istemiyorum!”
Elbette onların böyle düşünceli olmasını sağlayan şey benim harika ebeveynliği değildi. Bu, davranış bilimcilerin “saptanabilir kurban etkisi” dediği şeydi. Saptanabilir kurban etkisi, insanların kalabalık bir gruptansa bireylere karşı daha empatik tepkiler vermeye yatkın olduğu anlamına geliyor.
Örneğin, ekonomist Dan Ariely’nin “Akıldışının Mantığı” adlı kitabında anlattığı gibi, sizden çok uzaktaki tsunami mağdurlarına para gönderip göndermemenin muhasebesini yapabilirsiniz. Ama parkta yürüyüş yaparken küçük bir kızın nehirde boğulmak üzere olduğunu görseniz onu kurtarmak için hiç düşünmeden kendinizi suya atabilirsiniz. Hemen yakınınızdaki canlı birey, uzaklardaki onlarca bireyden her zaman daha etkilidir.
İnsanın böyle bir yaklaşımının olduğunu bilmek, çocuklarımızı başkalarına yardım etmeye yönlendirirken daha etkili yöntemler kullanmamıza yarayabilir. Wright, “Çocuklaın başkalarına yardım etmeyi içselleştirebilmeleri için yardımın bireysel olması gerekiyor” diyor.
Her Şey Karşılıklı Mıdır?
“Haydi millet, kaldırın!” Son bir gayretle yeni komşunuzla birlikte piyanolarını evlerine taşıdınız. Komşunuz mutfağa gitti. Siz soğuk bir içecek kapıp geleceğini düşünürken elinde cüzdanıyla çıkageldi. “Buyurun,” diyerek elinize bir 20 dolar bıraktı. “Yardım için teşekkürler.”
Birden, tuhaf bir şekilde, yüreğinizdeki sıcaklıkla birlikte yeni komşularınızı pizzaya davet etme isteği de kaybolur gitti. Ama neden? Araştırmalar, paradan ziyade sosyal bir faaliyetin bir parçası olmanın bizi daha fazla motive ettiğini gösteriyor. Ariely öğrencilere bir kanepeyi taşımaları için 10 dolar teklif ediyor ama öğrencilerin çoğu kanepeyi iyilik olsun diye taşımaya gönüllü oluyor. Ariely, işin içine para girince öğrencilerin, “Bu para gerçekten harcadığım zamana değer mi? 10 dolar yeterli mi? Yoksa bu adam beni kazıklıyor mu?” diye düşünmeye başladığını yazıyor.
Bu durum, çocuklarımıza ev işleri yapmaları için para ödemenin beklediğimiz gibi sonuçlanmayabileceğini gösteriyor. McCready, belki bu yöntemin başlangıçta işe yarayabileceğini ya da arada sırada yapılan ve kapsamlı işler için denenebileceğini söylüyor. Ancak günlük ev işleri söz konusu olduğunda, “bir süre sonra, onlardan bulaşık makinesini boşaltmalarını istediğinizde, ‘eh, bugün fena durumda değilim, paraya ihtiyacım yok’ noktasına gelebilirler” diyor. Ya da sizinle pazarlık yapmaya başlayabilirler: “Pazar eşyalarını içeri taşımam için bana ne kadar vereceksin?”
McCready bunun yerine, ev işlerini ailenin hayatına katkıda bulunmak olarak görülmesi gerektiğini söylüyor. “Biliyorum, banyoyu temizlemek hiç eğlenceli değil. Ama hep birlikte temizlersek yemekten önce bitirmiş oluruz. (çocuğunun eline süngeri tutuşturur.) Yardım ettiğin için teşekkürler!”